Gününüzün
olağan akışının dışında, şak
şakçılarınızın bile eskisi gibi size davranmadığı bir gün geçirdiğinizin farkına
vardığınızda iş işten geçmiş, hesabınız çoktan dürülmüş olabilir.
Musalla
taşının yanındaki bankta elindeki tespihi avucunun içinde sıkıp, gıcırdatarak
oturan tanımadığın birinin yanında fazla kalmak istemezsin. Halinden sıkıntı
içinde olduğu bellidir. Çaktırmadan, selam bile vermeden uzaklaşmayı tercih
edersin. Zaten senin kimsenin derdini dinleyecek halinde yoktur. Etrafa şöyle
bir bakınıp, cemaatten tanıdık bir yüzün yanına gidip oturursun. Sizin için
konu bellidir. Amaç Dünya işleri; kâh
ekonomi, kâh siyaset uzmanı olursun. Gıybet var, dedikodu var. Asarsın
kesersin, ipi dama atıp ipe ihtiyacı olana un serersin. Birde, bakın bende
sizdenim diyerek cemaatin gözüne girmeye çalışırsın. Arada bir baba yiğitlik
yapıp, hayır hasenat da yaparsın. Allah kabul etsin.
Bodoslamasına
hırslı ve o derece de kaypak tanındığından, karşı fikrinde oldukları halde senden bir
an önce kurtulmak için haklılığını tasdik eder görünenlerin yanında laf ebeliği
yapmaktan hicap duymazsın. Senin için her yer menfaat ve çıkar ilişkilerinin
olduğu fırsat basamakları olmuştur.
Ezan
okunmaya başlamış, cemaat hızlı adımlarla camiden içeri girerken sen, gözüne
kestirdiğin birinin başında yüksek sesle vıdı vıdı ya devam eder durusun.
İşte,
o sırada elindeki tespihini gıcırdatan adam, yavaşça yerinden doğrularak ağır adımlarla yaklaşır. O korkutucu bakışı ile karşınızda ayakta dikilerek, hiç konuşmadan
sizi kolunuzdan tuttuğu gibi cami avlusunun dışına fırlatırcasına atar. Boğazınızda düğümlenen “ne oluyor, ne oluyor
yav..” diyen sesiniz hiç duyulmamıştır
bile.
Cemaatten
hiç kimse bu adama müdahale bile etmemiştir. Siz avlunun dışında, camiye giren
cemaatten yardım ister gözlerle medet umarken, cemaat namaz kılmak üzere
safları doldurmuştur bile. Avluda sadece sizin az evvel oturduğunuz bankta
oturan elinde tespihi gıcırdatan adam kalmıştır. Cesaretiniz kırılmış, olan
biteni anlamaya çalışıyorsunuz.
Hırslanmış,
gözleriniz dolmuş ancak elinde tespihini gıcırdatan adam size bir numara büyük
gelmiştir.
Aklınız dumura uğramış, ezikliğin verdiği
tükenmişlik ile nereye gittiğinizi bilmeden az ötede kahvenin
önünde dördüncü olarak okeye çağrıldığınızı duyup, dostlarına doğru yönelirsin.
Karizmanın çizilişini dostlarının görüp görmediği endişesinden, cami avlusunun
kahvenin görüş alanı içinde kalıp kalmadığını tespit etmeye çalışırken, iki
adımda bir arkana bakarak sakil bir şekilde yürümek durumunda kalırsın.
Halini
gören kahve ahalisi bir şeylerin ters gittiğini anlar. Maruz kaldığın şokla, artık
o her daim kendini herkesten üstün gören duruş ve tavırlarınızdan eser
kalmamış, herkesi kendinizden daha büyük
ve güçlü hissetmeye başlarsınız. Otuz beş yaşın vermiş olduğu kıvraklık gitmiş,
yerine canlı cenaze süklüm gelmiştir.
-Yok
bi hal Feridun emmi… Öylesine işte.. keyfim kaçık az biraz..
-Yoksa
yine partiden mi üzdüler civanım? Gel hele gel..otur bakam… Dayı… çaylarımızı tazele, Davud’a da getir…
Anlat be Davud ne oldu?
Boş
tabureye otururken, gözünüz camiye doğru çevrildiğinde, avlunun oturduğunuz yerden kabak gibi
göründüğünü anlarsınız. Zira bir iki cılız ağaç var ama hiçte manzarayı
kapatacak cinsten değillerdir. Görünürde elinde tespihini gıcırdatan adam
yoktur. Ancak olayı gördülerse, şimdi birde benden dinlemek istiyorlar diye
düşünürsünüz.
Çaycı
Dursun dayı çayları getirmiş, ıslak tepsisinden damlayan sular pantolonunuza
denk gelmiş, koca, koca su daireleri oluşturmuşlardır. Çay bardağını yüzünde aşağılayıcı,
sinsi bir gülümseme ile tam önünüze öyle usturuplu savurmuştur ki, sanki çayı iki kaşınızın arasına çakmıştır.
Feridun
emminin bakışlarından kaçmak için dikkatini pantolona damlayan su lekelerine
vermiş gibi yaparak, konunun açılmamasını dilersiniz. Olan bitenin farkında
olmasalar bile benzinizin sararmış, devrilmiş gözlerinizin hali masada oturan
diğer dostlarınızın da merakını cezp etmiş olmalı ki, yırtık yeşil çuhadaki
taşları karıştırmayı bırakmış, dinleme pozisyonuna girdiklerini gösterir
meraklı bakışları yüzünüze doğru çevrilmiştir. Öyle ya koskoca Davud beyi
kolundan tutarak camiden dışarı kim atabilirdi? Hangi Müslümanlıkta bu vardı?
-Öğleyi
kılacaktım…
Hep
bir ağızdan koro halinde;
-Eee..
Yanlış
yerden giriş yaptığınızı, olayı toparlayamayacağınızı anlamışsınızdır. Ancak
artık zeka oyunları yapacak gücünüzde kalmadığından, bir kere olsun her şeyi
olduğu gibi dost doğru anlatmaya karar verirsiniz. Üstüne üstlük bu tonajda
kolektif bir “Eee” sesi bütün kahvehaneyi meraklandırmış, herkesin gözü
masanıza çevrilmiştir. Ortamda ses kesilmiş, öyle bir sessizlik hâkim olmuştur
ki, cami içinde cemaate namaz kıldıran imamın Allahuekber nidası duyulur hale
gelmiştir.
-Namaz
bittiğinde…
-Ne
alaka..? Sünneti de bekleyecek misin..?
der, tuktuk Emre ağzını kocaman
yamultup sırıtarak. –Hem sen niye namazda değilsin..? camiden mi kovdular hacı
Davud..? diye devam eder.
Kesin
görmüşler diye düşünüp, başınızdan aşağı kaynar sular boşalmış, o hiç kızarmayan
yüzünüze ilk defa kan gelmiş, sıcaklık basmıştır. Elinizle yüzünüzü, gözünüzü ovuşturup,
konuşmayı geciktirmeye çalıştıkça daha da battığınızı anlamışsınızdır. Ayrıca
bir müslümanın müslümanı camiden çıkarması da görülmüş şey değildi. Açıklanamaz
bir durumdu.
-Evet
kovuldum.. Ne olacak..? Kına yakın..
-Dur
be Davudum. Ne diye celalleniyorsun? Muhabbet ediyoruz burada?
-Ne
muhabbeti be Feridun emmi.. ..aşak muhabbeti mi..?
-Haydaa.. sen bizi bilmez misin be Davudum? Biz
icabında ..aşak muhabbetini de biliriz. Diyerek ensenize Feridun emmiden okkalı
sözde dostane bir şamar yemeniz siz hariç cümle alemin komiğine gider. Samimiydiniz
ama böylesine enseye şaplak ..öte parmak vaziyeti hiç olmamıştı. Bugüne kadar
tokalaşmak haricinde kimse size dokunmamıştı bile. Gözlerinizin biran için
kararıp, şimşekler çakmasının ardından elli yaşın üstündeki Feridun emminin
elinin ağırlığını da bugün ilk defa
öğrenmiş olursunuz. Vaziyete uyum sağlamak, olayı espriye bağlamak gururunuzu
kurtaracak gibi gelir.
-
Dul karımı alacaksın bu yaştan sonra Feridun emmi.. elin amma da ağırmış ha..
-Yok
be Davudum. Kocakarı kuma getirmeme izin vermez. Maazallah terk ederde ortada
sap gibi kalırız.
Durumu
idare etmek babından muhabbetin bu yöne kayması iyi bir fikir gibi gelir. Birazda
şaplağın intikamını almak için karşı saldırıya geçersiniz.
-Kocakarıdan
izine ihtiyacın mı var? Erkekliğin
neresinde izin yazıyor..? Diye sözde esprili bir cümle kurarsınız.
Feridun
emminin gözlerindeki durgunluk bir anda dehşetengiz parlaklığa dönüşürken,
-Her
şey tamamda, biz erkekliğimize laf ettirmeyiz. Diyerek, o babacan şaplaktan
ensenize bir kere daha yersiniz. Bu sefer gözünüzde çakan şimşeklerin yanı
sıra, tabureden düşüp, masaya çarparak yerde yuvarlanmanız, tüm kahvehaneyi
kahkahalara boğmuştur. Daha bir yudum dahi içemediğiniz sıcak çayların masadan ayağınıza
dökülmesiyle olay, izleyenler açısından tam bir komediye döner. Yerden
kalkmanıza yardım ettiğini sandığınız çaycı Dursun dayının kolunuzdan tutarak
-Bu
kadar kabalık yeter.. burası Dingo’ nun ahırımı, diyerek sizi yaka paça dışarı savurmakta
olduğunu fark edersiniz. Dengesiz
biçimde dışarıya çıktığınızda kebapçının servis motorunun tam üstünüze geliyor
olmasından kaçmanın yolu yoktur.
Çarpışma kaçınılmazdır. Kebapçı gitmiştir bile. Belinizdeki ağrı müthiştir.
Kahvehaneye
şöyle bir bakma fırsatı bulduğunuzda hiç kimsenin sizinle ilgilenmediğini,
yüzlerini dahi çevirip bakmadıklarını fark edersiniz. Orada öylesine bir iki
saniye daha durduktan sonra, bir eliniz, bacağınıza yapışmasını engellemeye
çalıştığınız sıcak çay dökülmüş pantolonunuzda, bir elinizde düştüğünüzde
incilen belinizde herkesin meraklı bakışları altında Notre Dame’ın kamburu gibi
koşar adım evin yolunu tutarsınız.
Hızlı
çekim, kabus filmi gibi, yaşadıklarınız
ve öğle sıcağı, tam istim beyninizi kavururken, apartman kapısında
anahtarınızın cebinde olmadığını anlarsınız. İtiş kakış anında düşürmüş
olabileceğinizi düşünürsünüz. Geriye dönüp anahtarı aramanın da şu anda
yapılacak bir şey olmadığını bilmektesiniz. Komşulardan zili çalarak apartmanın
içine girmek için yardım isteseniz dahi, daire kapısını açmanın yolu yoktur. Buna
rağmen, üst komşunun küçük oğlu bisikleti ile apartmandan çıkınca, fırsat bu
fırsat deyip açılan kapıya yetişmek üzere hamle yaparsınız. Yürüyüşünüzün acayipliğinden ürken çocuk,
üstüne gelindiğini sanarak bisikletini yolunuz üzerinde bırakıp, kaçar. Siz
aniden beliren bisiklete takılıp apartman kapısına bodoslama tos atmak zorunda
kalırsınız. Baygınlık derecesinde kendinizden kısa bir süre geçersiniz. O
sırada çocuğun kahkahaları bütün sokağı çınlatmaktadır. Ancak kapı kapanmadan
yetişmiş, daire kapısına gelmişindir. Olmadığını bildiğiniz halde, filimler de
paspasın altında her zaman yedek bir anahtar olur diye düşünürsünüz. Kapının
önündeki paspasa hiddetle bir tekme atarsınız. Kendi kendinize “-biz neden
koymuyoruz” diye söylenirsiniz. Mümkün olduğunca çabuk kendinizi eve atmayı
istersiniz. Eve içeri girince, emniyette olacağınız duygusu her yerinizi
kaplamıştır. Daire kapısına bir omuz atıp açmanın mümkün olmadığını da
bilirsiniz. Zira Nasrettin hocanın türbesi misali evin her yeri dökülürken
kapısının şan olsun diye çelikten ve geçilemez yaptırmış olduğunuzu da
bilmektesinizdir.
Bahçe katı dairenin avantajını kullanıp,
depremde acil çıkış olması niyetiyle ferforjesini söktürmüş olduğunuz, mutfak
camını kırarak içeri girebileceğiniz aklınıza gelir. Apartmandan çıkarak, evin
arka kısmına dolanıp camı kırmak için uygun bir taş ararsınız. Bahçedeki
çiçeklerin kenarına set halinde sıralanmış toprağın suyla birlikte akmasını
engelleyen taşlardan bir tanesini alır, bunca beladan sonra birde elinizin
kesilme riskini göze almadığınızdan cama doğru savurusunuz. Çift camlı, cam
kalınlığı 5mm olan pencereden, camı kırmadan seken el büyüklüğünde taş
alnınızın çatısına isabet eder. Yarılan kaşınızdan fışkıran kanı görünce,
oracıkta bayılır, düşersiniz.
-Ağrı
kesici yapalım mı? Acısı diner.
-Yok
be, bu herif için değmez. Siz sadece bir ünite serum verin.
-Olur
hocam.
Gözlerinizi
acil serviste açtığınızda bir saniye önceki konuşmaları duymamış olmanız
gerekliydi. Ancak duymuş ve vücudunuzun her yanının müthiş derecede ağrıdığını
hissederek, inlemeye başlarsınız.
-Yok
bir şeyiniz..yaşayacaksınız..
-Peki
neden bu haldeyim?
-Hatırlamıyor
musun?
İnleyerek,
-Hayır…
-Verilmiş
sadakanız varmış.
Acı
ve şaşkınlık içinde hemşireden daha fazla bilgi almak için hemşirenin gözlerine
kilitlersiniz.
-Başınıza
darbe almışsınız. Kaşınız patlamış, bacağınızda ikinci derecede yanık var. Bel
bölgesinde ezilme... kesikleri,
darbeleri anladık fakat yanığın nasıl olduğunu anlayamadık. O nedenle
laboratuarda kimyasal analiz yapıyoruz. Çekilen baş tomografisi temiz çıktı.
Kırık çatlak yok.
-Çay
o, çay..
-Anlamadım..
-Çay
dedim, çay.. üstüme dökülmüştü.
-Kalasla
alakalı değil yani..?
-Evet…
Alakası yok… Kalas.. ne kalası..?
-Beşe
on kalas, komşu binanın çatısını tamir eden ustanın elinden sizin bahçeye,
seninde üstüne düşmüş. Allahtan önce senin üstüne düşmemiş. Ezikler, travmalar
ondan olmuş. Birde evinizin mutfak camı kırılmış.. kalas dokunmuş herhalde..
Sonrada usta bizi aradı. Şimdi buradasın.
Mutfak
camının kırılması haricinde vücudunuzda bahsedilen hasarların hiç birisinin
kalasla ilgili olmadığını biliyor, ancak açıkgözlülük ile durumdan faydalanmak
üzere inşaat şirketi hakkında tazminat davası açmayı düşünürsünüz. Bugüne kadar
yaşamınızı her türlü fırsatı değerlendirerek, helal, haram demeden
sürdürmüştünüz. Sizin için işte buda o fırsatlardan biridir.
Hemşire
devam etmektedir.
-Ayrıca
usta ve şirketi bu kaza dolayısıyla çok üzgün olduklarını belirttiler. Tüm
hastane masraflarınızı ödediler.
Hemşirenin
söylediklerinin bir önemi yoktu. Siz şimdi tazminat davası açmak için eylem
planı geliştiriyordunuz.
-Hastane
polisine söyleyin, gelip ifademi alıp, tutanak tutsunlar. Usta ve şirketten
şikayetçiyim.
O anda elinde tespihi gıcırdatan adam servis
odasının kapısında beliriverir. Yüzü camide gördüğünüzden daha karanlık ve bir o kadarda ürkütücüdür. Yataktan aniden doğrularak, pikeyi üstünüze
çekip, aklınızca korunmaya çalışıyorsunuz. Servisteki hemşire geleni hiç
görmemiş gibi davranıyordu. Elinde halen gıcırdattığı tespih ile ağır adımlarla
yatağınızın yanına yaklaştığında soluğunuzun kesilmekte olduğunu hissediyor,
hiçbir şey düşünemez hale geliyorsunuz.
Dolapta duran elbiselerinizi alıp, üstünüze fırlattıktan sonra
giyinmenizi işaret ediyor. Hiç tereddütsüz, korku içinde hızla giyindikten
sonra, ayakkabılarınızı giyemeden arkalarına basar halde, kendinizi neredeyse
süründürülerek hastane kapısının önünde buluyorsunuz. Hastanenin acil servis
hengâmesi içinde yine hiç kimsenin sizinle ilgilenmediğini, öylece çıkarıldığınıza şaşırıyorsunuz. Elinde tespih gıcırdatanı göremiyor fakat
kapıda öylece sizi izlediğini hissediyorsunuz.
Şimdiye
kadar hiç başınıza gelmemiş, onca gerçek
dışı olabilecek nitelikte olayların şaşkınlık ve dehşeti içinde sesinizi bile
çıkarmaya gücünüzün kalmadığını hissediyorsunuz. Ayağınız ve başınız sarılı,
belinizde korse ile kaderinize boyun eğerek eve doğru gitmek için bir araca
binmek istiyorsunuz. Üstünüzde ne para, ne telefon, nede bir kimlik
bulunmadığını fark etmeniz uzun sürmüyor. Yanınızdan geçen araçlara bakıp, bir
tanıdık olabilirmi diye düşünürken, Az önce kahvehanede gördüğünüz tuktuk Emrenin
–Dostum Davud kardaş bu ne hal..? Diye seslenmesi ile ilk defa biriyle karşılaşmaktan
çok memnun oluyorsunuz.
Başınızdan
geçenleri, Tuktuk'un da az evvel şahit olduğu ne şamarların şiddetini nede
camdan seken taştan bahsetmeden, mevzuyu direk kalasa bağlayarak bir solukta
anlatıyorsunuz. Hele elinde tespih gıcırdatıcıyı hiç anmıyorsunuz bile.
-Sende
ver adamı mahkemeye be Davudum. Baksana şu haline mezar kaçkınına dönmüşsün.
Bu
mezar kaçkını lafı öyle bir etki yaratmıştı ki, sanki gerçek gibiydi. Üstünüze
başınıza bakılınca kafanızda, ayağınızda, belinizde sarılı bunca beyaz sargı
ile kefen üstüne elbise giymiş gibi duruyorsunuz.
Herkesin
size karşı anormal acımasız ve saygısız davrandığı bugün sadece o inşaat
ustasının hem de bir suçu olmadan yardımınıza koştuğunu nasıl olduysa idrak
ediyorsunuz. Ahiretmi aklınıza geldi nedir bilinmez?
-Yok
be Tuktuk, kasti bir şey olmadığından eminim. Kazadır. Herkesin başına gelir.
Hem adam acili aramış, ambulans gelmiş, bütün masrafları da üstlenmişler. Daha
ne olsun. Allah razı olsun.. derken,
laf olsun diye değil, gerçekten, kalpten diliyordunuz.
Ustanın
şirketini arayıp da davacı olmaktan vazgeçtiğinizi bildirdiğinizde, yaptıkları
yardımlar içinde teşekkür etmeniz, ustayı işine geri döndürmüş, rızkını
kazanmaya devam etmesini sağlamıştınız. Ustada sizi arayıp, Allahtan sizin için razı olmayı
dilemişti.
“Allah
razı olsun” kafanızda eko yaparak tekrarlanırken etraf bir anda kararıyor. Aldığınız
darbeler yüzünden kör olduğunuzu sanıyorsunuz. Kendinizi yatar vaziyette
hissediyor, yana dönmek istiyor dönemiyorsunuz, doğrulmak istiyorsunuz lakin doğrulamıyorsunuz,
her doğrulmak istediğinizde kafanızı yeniden şiddetle çarptığınızı
hissediyorsunuz.
Tam bir kafes içine sıkışmış,
bunaltıcı azab hali içinde o zifiri karanlıktan,
elinde tespih gıcırdatan göz alıcı bir parlaklık içinde her zamankinden daha
korkunç yüzüyle beliriyor. Tüm duyduğunuz dehşete rağmen yinede elinizi uzatıp
yardım istiyorsunuz. O anda nerede olduğunuzu çok iyi anlıyorsunuz, hafızanız
yerine geliyor. En son halı sahada dostlarınızla top koşturuyordunuz. Göğsünüzde
hissettiğiniz yanma sonucu, oyundan çıkıp, duş almak üzere soyunma odasına
gitmiştiniz.
Elinize
uzanan el “ ömrün boyunca, ne sen bir başkasına, nede bir başkası sana, şimdiye
kadar bir kez olsun gönülden Allah razı olsun dememişti. Sen ki öldüğünü bilmeden bir kere olsun gönülden “Allah rızası diledin, Cenabı Allahın takdiri azabını azalttı....” dedikten sonra,
sorar;
-Rabbin
Kim ?.
Allah
cümlemizi razı olduğu kulların arasına koysun inşallah.
Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri
kesin sözü (misakı) bozmazlar. Ve onlar Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi
ulaştırırlar. Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar. Ve
onlar-Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru
kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler
ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu
(ahiret mutluluğu) onlar içindir. (Rad Suresi, 20-22)
Fotoğraflar ve hikaye yazara aittir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder